GÖKTÜRK-2 adlı uydunun fırlatılışı sebebiyle Başbakan Erdoğan’ın ODTÜ’yü ziyareti esnasında öğrencilerle polis arasında yaşanan arbede ve bunun akabinde peş peşe gelen polisi destekleyici üniversite açıklamaları neticesinde ortaya çıkan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından; üniversite- siyaset ilişkisine tarihi perspektiften bakıp, değerlendirme yapmakta fayda var.
Üniversitelerin Türkiye’de konumlanışı cidden sorunludur aslında. 1960’dan önce Demokrat Parti iktidarına karşı; asker, yargı ve CHP ile beraber muhalefetin ana unsurlarından olan üniversiteler 27 Mayıs darbesinden sonra da bu konumlarını devam ettirmiş, millet iradesinin sağlıklı bir şekilde tecilini kontrol eden, yani şu anda dillere pelesenk olmuş bir şekilde kullanılan vesayet kavramının önemli garantörlerinden biri olmuştur.
Yassıada sürecinde “geriye işleyen cezalar verilebilir” gibi fetvalara kaynaklık etmiş, o vesayetin başlangıcı olan 1961 anayasasının yazımına da öncülük etmiştir. O anayasa, Anayasa Mahkemesi gibi bir demokraside olmazsa olmaz kurumların oluşumunu sağlamakla birlikte, kontenjan senatörlüğü gib,i üst yasama organı senatoya seçim olmadan da girebilmenin yolunu açan mekanizmalar icat etmiş, böylelikle seçilmiş iradenin üzerine kendince ve anti demokratik sübablar koymuştur. 1960’lı yılların sonlarına doğru siyasi iklimin değiştiği, ideolojik kamplaşmaların arttığı bir dönemde rejim bekçiliği görevini kısmen terk edip, bu ideolojik çatışmaların mecraı, kısmen de tarafı olmuş, yaşanan olayları ya engellememiş ya da engelleyememiştir. 12 Eylül müdahalesini müteakip YÖK’ün kurulmasıyla da yine askerin etkisi altına girmiş, kendilerini kabul eden Kenan Evren karşısında el pençe divan durmuşlardır. (Mecaz yapmıyorum, görüntüsüyle sabittir.) Bu yöndeki yaklaşımları 28 Şubat sürecinde de devam etmiş, rejim bekçiliği pozisyonlarını güçlendirmişlerdir. Yani T.C. tarihinin önemli bir bölümünde dördüncü bir erk gibi çalışmışlardır. AKP’nin iktidara geldiğinde de siyasi iklim buydu. Bir takım darbe teşebbüsleri, 27 Nisan e-muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, 2007 seçimlerinden sonra kapatma davasının açılması gibi olaylarla hareket alanının daraldığını anlayan AKP yönetimi; önce askeri (Ergenekon ve Balyoz davaları ile), sonra üniversiteleri (Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla YÖK’ün ve üniversitelerin tekrar dizayn edilmesiyle), en son da yargıyı (12 Eylül referandumu ile) kontrol altına alarak etkisizleştirmiştir. Üniversitelerin dizaynı sadece mevcut yönetimlere yapılan atamalarla sınırlı kalmamış, her ilde bir üniversite açarak oluşturulan kadroların içinden çıkanlarla örneğin doçentlik komisyonları gibi kuruluşların kombinezonu değiştirilmiş, iktidarın ağırlığı gittikçe artırılmıştır.
İşte rektörlerin açıklaması o artan ağırlığın bir tezahürüdür. Netice itibariyle önceden askere selam çakan üniversiteler şimdi iktidara öpücük göndermektedir. Rejim bekçiliğinden, hükümet arkasında hizalanmaya yatay geçiş yapmışlardır anlayacağınız. Ama evrensel anlamda üniversite bu mudur ve böyle mi olmalıdır? Tabii ki hayır. Üniversite her şeyden önce bir bilim yuvasıdır. Yani tarafsız, objektif bir bakış açısı geliştirmesi, buna göre analizler yapması ve yine bu yönde öğrenciler yetiştirmesi gereken bir kurumdur. Güç kimdeyse ona yaslanan değil. Sesini yaptığı araştırmalarla, uluslararası düzeyde ses getiren yayınlarıyla duyuran bir kurum olmalıdır. Kısmen askerci, kısmen muhalefette, kısmen de hükümet yanlısı olmaya meyilli bir siyasi dördüncü erk gibi davranmaya çalışan bir kurum ise asla değil.
ODTÜ’deki olaylara gelince: Yukarıdaki satırlarda değindiğim, 1980 öncesi ideolojik kamplaşmanın önemli unsurlarından biri ODTÜ’ydü. Sol örgütlerin cephaneliği gibi kullanıldığı dönemler oldu. Son yaşananlarda o eski iklimi yansıtan görüntüler olduğu da aşikar ve bunların arasında bölücü örgüt destekçilerinin olması da kuvvetle muhtemel (genelde eksik olmazlar çünkü) ama günümüz dünyası artık 80’lerin öncesi gibi değil, hem ideolojik tehdit açısından hem de toplumsal olayların daha serinkanlı, modern ve etkin bir şekilde önlenebilmesi açısından. Ancak şu da ayrı bir gerçek: Üniversitelerin de hükümet tarafından kendilerini etkisizleştirmeye yönelik her politikaya yönetimiyle, öğrencisiyle karşı durması lazım. ODTÜ olayları ideolojik bir başkaldırıdan ziyade bu yöndeki bir karşı çıkışın sembolü ve yönlendiricisi olacaksa daha sağlıklı bir ilerleyiş olur diye düşünüyorum.
İşte böyle bir iklimde ve sarmalda üniversite yönetimlerinin alması gereken pozisyon bu olmamalıydı. En azından Boğaziçi Üniversitesi’nin gösterdiği feraset gösterilmeliydi. Benim de içinden çıktığım bu eğitim kurumu 80 öncesinde herhangi bir ideolojik çatışmanın mecraı ve tarafı olmamış, türban yasağının en katı olarak uygulandığı dönemlerde bile bu yasağa uymamış, kendi içinden çıkan bir başbakan olduğu halde Tansu Çiller’e hiçbir zaman teveccüh göstermemiş, çağırmamış hatta gayri resmi yollarla gelmesini bile engellemiş; yani siyasi taraflılıktan uzak durmuş, bu en son yaşanan olaylarda da rektörlerin bildirisine imza atmaya tenezzül etmemiştir. En azından ortak açıklamada adına rastlamadım. (Bir şekilde destek olurlarsa sonradan son cümleciği göz ardı edebilirsinizJ) Öğretim üyelerinin kendi aralarında yaptıkları ortak açıklama var o da öğrencilere destek niteliğinde. İçeriğini tartışmak ayrı bir konu ama zaten olması gereken de bu. Üniversite yönetimlerinin böyle konularda kurumsal bir tavır alması son derece sakıncalı ve öğretim üyelerinin özgürlük alanlarını kısıtlayıcı bir tutum olur. Diğer eğitim kurumlarının yöneticilerinin de yapması gereken de buydu. Hükümet baskısı altında ezilmek değil. O yüzden de bazı üniversitelerin öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin, hükümet baskısıyla açıklama yapmış oldukları izlenimi veren kendi yönetimlerini protesto etmelerini önemsediğimi ve takdir ettiğimi de bu vesileyle ifade ediyor, daha sağlıklı bir üniversite ortamının; özgür, muhtelif etki güçlerinden bağımsız yani özerk bir akademik anlayış sayesinde gerçekleşeceğine inandığımı da ayrıca paylaşmak istiyorum.
GİRAY ERGİN
28.12.2012